Aktörlerin Son Mutabaktı: MUSUL
- Mustafa Oğuz
- 22 Eki 2016
- 4 dakikada okunur
Musul operasyonu, başladığı günden bu yana dünya kamuoyunun gündeminde. Irak hükümeti merkezli, İD ( İslam Devleti ) karşıtı koalisyon destekli, küresel ve bölgesel aktörlerce ‘eğit-donat’ programına sokulmuş milislerin, peşmergelerin ve yer yer paramiliter güçlerin dahil edildiği operasyon, ilk gününden itibaren sıcak gelişmelere sahne oluyor. Günden güne İD’den geri alınan yerleşimlerin yanı sıra, savaşın seyrine göre el değiştiren bölgeler, taraflar arasındaki tansiyonu yüksek ‘köşe kapmaca’lar ve stratejik hamleler de, haliyle, genişçe bir kitlenin ilgisini operasyona çekti.
Başlamadan bir süre önce başlanacağı bilgisi medya unsurlarınca duyurulan Musul operasyonu, henüz başlamamışken muhabbetlerin konusunu belirlemeye başlamış olacak ki, çeşitli devletlerden yetkililer Musul meselesi hakkındaki bu muhabbetlere mikrofonları başından katılmış, Musul operasyonu için kesin tarih verme çabasına girmişlerdi. O gün bu gündür gündemimizi meşgul eden, twitter ‘timeline’ımızı dolduran, haber sitelerini her güncelleyişimizde yeni bir son dakika gelişmesi doğuran Musul meselesi Türkiye’de, operasyon söylentilerinden 1 hafta kadar daha eski. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’Lausanne’ konusunu gündeme getirmesiyle başlayan ‘kandırılmışlık’ furyası Misak-ı Milli damarları kabaran çevrelerce fetih nidalarına bezenmiş, teorisyen(!) ve analist(!) vatandaşlarımızdan ‘Musul’u almalıyız’ sesleri yükselmeye başlamıştı.. Kimi çevrelerce ‘makul kitle’ olarak adlandırılan, akıl etme ve değerlendirme yetisini biraz da olsa elinde bulunduran vatandaşlarsa, her zamanki gibi ‘Yeter be kardeşim!’ tepkisini içlerinde yaşamaktan başka bir şey yapamadılar. Musul meselesi ve, gündem dolayısıyla, Musul operasyonu konularında oluşan son derece büyük ve endişe verici nitelikteki bilgi kirliliğinden sıkılmış olsam da Musul konusunda yazma isteği duydum.
Musul operasyonu ele alınırken sıkça yapılan şey Musul’un tarihini ele almak, bunları ‘Lausanne’ ve hatta bazen ‘ Skyes-Picot’ ile bağlantılayıp 1926 ile perçinleyerek anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır. Bu noktada, bu yönteme kısmen katılmakla birlikte uluslararası ilişkilerin özellikle Orta Doğu mevzubahis olduğunda sadece tarihi bağlantılarla açıklanamayacağını belirtmek gerekiyor. Musul meselesini, yalnızca tarihi ‘kayıplarımızı’, ‘yaralarımızı’ ele alarak görmek, anlamaya çalışmak, öyle sanıyorum ki, reel politikada karşılık bulmayacaktır. Tarihi bağlardan bahsetmek, bunlar üzerine politikalar inşa etmek ancak ve ancak ülke içinde birkaç şovenist fetih ruhlu vatandaşın gaza gelmesini sağlayabilir. Dolayısıyla bürokrasi kadromuz, dış ilişkiler yetkililerimiz ve bütün aydınlarımız konuyu tarihi saplantılarla irdelemekten uzak durmalılardır. Aksi halde, içeride daha fazla kabartılmış bir cihat anlayışı, dışarıda ise kayda değer bulunmayan bir ülke imajı ile karşı karşıya kalabiliriz.
Orta Doğuyu ve Musul’u anlamak için, tarihe bakmaktan fazlasının gerektiğine şüphe yok. Günümüzün değişen dinamiklerinde, Musul’da operasyon sırasında bile hafif yer değiştirmeler ve uyuşmayan prensiplere karşı stratejik hamleler görülüyor. En keskin hamlelerden birini yapan Rusya Federasyonu bu konuda örnek gösterilebilir. Musul operasyonuna gereken önemi vermemekle eleştirilen Moskova’nın Halep’teki kararlı duruşu tartışmalara yol açmış, kulislerde gerek gizliden gerekse açıkça ‘Ortadoğu’daki yegane müttefik Suriye’nin birinci önceliği oluşturduğu, dolayısıyla Musul’un ikinci planda kaldığı’ söylentileri dolaşmaya başlamıştı. Belki öyle; belki değil, Kremlin’in Suriye meselesinde farklı bir özveriye sahip olduğunu görebiliriz. Özellikle Musul operasyonunda İD militanlarına kaçacak bir koridor oluşturma fikrine şiddetle karşı çıkan Rusya’nın bu tepkisi, Ortadoğu’daki dinamikleri tüm tarafların kendi faydasını sağlayacak şekilde ele aldığı şeklinde yorumlanabilir.
…
Her aktör gibi, elbette ki Türkiye de Ortadoğu ve Musul’un dinamiklerini kendi faydalanacağı şekilde ele alıyor ve almalıdır. Bu noktada, Erdoğan’ın ve Yıldırım hükümetinin, Irak hükümeti ile adeta ‘kol bükme’ savaşı daha iyi anlaşılabilir. Başika kampındaki Türkiye varlığı hakkında bir süredir tartışıla gelen konu son dönemde epey alevlenmiş, bölgede faaliyette olan diğer aktörler de duruma ses çıkarmak durumunda kalmışlardı. 2014 yılında ilk defa gündeme gelen ve çok geçmeden kurulan Başika kampının Irak hükümetinin izni olmaksızın faaliyet yürüttüğü iddialarına cumhurbaşkanı Erdoğan çok sert bir dille yanıt vermiş, bunun üzerine Türkiye askeri varlığını sürdürebilmek için yoğun bir diplomasi trafiği başlatmıştı. Ardından çeşitli devletlerin yetkililerinden sıra sıra açıklamalar gelmişti. Son açıklama ise dün (21 Ekim Cuma) Beyaz Saray’dan geldi. Birleşik Devletler yönetimi yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Musul’daki askeri varlığıyla Irak merkezi hükümetinin prensiplerine aykırı bir harekette bulunmadığını bildirdi. Bunun yanı sıra, Ankara’nın diplomasisinin sonuç verdiğini Pentagon başkanı Ash Carter’ın açıklamalarına bakarak söyleyebiliriz. Carter, Ankara’da Erdoğan, Yıldırım ve mevkidaşı Fikri Işık ile yaptığı görüşmelerin ardından ‘’Türkiye’nin Musul operasyonuna katılması konusunda prensipte anlaşıldı’’ şeklinde açıklama yapmıştı. Başika kampındaki askeri varlığın korunduğu ve Musul operasyonuna katılım için henüz ‘prensipte’ de olsa vize alındığı göz önüne alınırsa, Ankara’nın diplomasisi başarılı sonuç veriyor.
Ankara’nın Başika kampı konusundaki ısrarını, kampın coğrafi konumu ile açıklamak mümkün. Musul’un hemen kuzeyinde yer alan Başika kasabası, bu konumu dolayısıyla stratejik öneme sahip. Musul operasyonuna olası bir dahil olma durumunda Başika kampının lojistik ve stratejik destek sağlayacağı hesaplanıyor olabilir. Meseleye bu yönden baktığımızda Ankara’nın ısrarı anlaşılabilir. Musul operasyonuna dahil olma konusu ise Erdoğan’ın ‘’Sahada da, masada da olacağız’’ açıklaması ile bağdaştırılabilir. Her aktör gibi Türkiye’ de Musul’un olası yeniden dizaynında rol almak istiyor. Bunun için masada olmaya da hevesli. Masada elinin güçlü olması için sahada olması gerektiğinin farkında olan Ankara, bu yüzden bu kadar ısrarcı. Açıkçası, bir noktada, Irak’ta Türkiyesiz bir çözümün düşünülemeyeceğini söylemek de mümkün. Ne olursa olsun, bölgenin önemli bir aktörü olan, Irak ile 350 km sınırı bulunan Türkiye, Irak’ın İD’den temizlenmesi konusunda olmazsa olmaz stratejik bir ortak. Koalisyon güçlerinin uçaklarını havalandırdığı İncirlik Üssü’nü denklemin dışına çıkarırsak meseleyi anlamak mümkün olur. Zannımca Türkiye, bu avantajını kullanarak ‘stratejik ortak’ statüsünden ‘sahadaki ve masadaki ortak’ statüsüne geçmek istiyor. Bunun için de kendince haklı sebepleri var . Tarihi bir bağının olması artık çok önem teşkil etmese de bir etmen. Bir diğer unsur ise terör meselesi. Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü PYD, Irak ve Suriye’de faaliyet gösteriyor. Ayrıca PKK terör örgütünün de Irak’ta, özellikle Kuzey Irak’ta önemli faaliyet alanları var. Ankara, genellikle son dönemde PKK ile PYD’yi aynı örgütler olarak nitelemekten yana. Bunların yanı sıra IŞİD(İD) in de Musul operasyonu ve sonrasında gerçekleşecek olası Rakka operasyonu sonrası tamamen bitirilememe ihtimali önemli. Öyle sanıyorum ki , IŞİD bu operasyonlar sonucu potansiyelinin büyük kısmını kaybetse de tehdit unsuru olmaya devam edecektir. Bütün bunlar Türkiye için risk anlamına gelirken Ankara’nın masadan uzak kalmasını beklemek gerçekçi olmaz. Bu noktada, öyle sanıyorum ki, Türkiye ilerleyen günlerde daha fazla inisiyatif alabileceği bir rol üstlenecektir. Bu noktada, tüm aktörler hakkında operasyonun ve bölgedeki dinamiklerin ışığında konuşulacak ve çözüm bekleyen çok meselenin olduğu aşıkardır.
Ne kadar konuşulacak şeyi olursa olsun, Musul meselesi hala birçok soru işareti barındırıyor. Bu soru işaretleri dururken kalıcı bir politika üretmek ve izlemek tüm taraflar için oldukça zor. İlerleyen günlerde yeni soru işaretleri mi, yoksa cevaplar mı gelecek hep birlikte göreceğiz.
Comments